Atatürk’ün vefat etmesinden sonra Cumhurbaşkanlığı makamına gelen İnönü’nün ilk işlerinden biri de Dışişleri Bakanı’nı değiştirmek olmuştur. Atatürk ile arasındaki anlaşmazlıklardan birisinin de dış ilişkiler konusundaki görüş ayrılıkları olduğu bilinmektedir. Dışişleri Bakanlığı’na Atatürk’ün güvendiği adamlarından biri olan Tevfik Rüştü Aras’ın yerine Şükrü Saraçoğlu’nu getiren İnönü’nün yaptığı bu atama kimilerine göre yeni bir yönetim anlayışı ve uyumlu bir kadro isteği olsa da, bu atamanın ya da görevden almanın temelinde, dış politikadaki görüş ayrılıkları yatmaktadır (Ekinci, 1997: 135).
Atatürk, kendi döneminde Almanya’nın ittifak teklifi için “Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir.” demiştir. İnönü dönemi dış politikayı değerlendirebilmek için Atatürk’ün kendi dönemindeki dış politika görüşlerini öğrenmek gerekmektedir. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın kendisinden aktardığına göre, Türkiye’nin dürüst ve barışçı politikası yararlı olmuştur ve kendisi bunun devamının gelmesini istemektedir (Soyak, 1973: 759). Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler içinse, herhangi bir saldırı politikasına girilmemesi ve Sovyetlerle ilgili bir antlaşmanın tarafı olunmamasını söylemiştir. Bunun haricinde Almanya ve İngiltere arasında bir seçime gidilmemesi ve hiçbir ittifaka girilmemesini öğütlemiştir. (Ekinci, 1997: 140, 142).
Atatürk’ün bu düşünceleri ve öğütleri yeni hükümet tarafından benimsenmemiş olacaktır ki İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesinden sonra İnönü tedirgin olmuş ve Türkiye’yi Demokrasi Cephesi’ne bağlayacak olan bir anlaşmayı İngiltere ile görüşerek imzalamıştır. Bu anlaşmadan iki ay sonra, Milletler Cemiyet’inde bağımsız bir ülke olarak kabul edilen Hatay’ın, kendi meclisi toplanmış ve oy birliğiyle Türkiye’ye katılma kararı almıştır (Cengiz, 2012: 52). Bu gelişmeler yaşanırken beklenmedik bir Almanya-Sovyetler Birliği ittifakı yapılmıştır. Rusya’nın sıcak denizlere inme sevdası yeniden Türkiye için bir sorun haline dönüşmüştür. Sovyetlerle Eylül 1939’da başlayan görüşmelerde, Ruslar Türklerden ağır isteklerde bulunmuştur. Sovyetler Birliği, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne rağmen Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin gemilerinin boğazlardan geçmemesini istemekte ve boğazların karşılıklı savunulmasını teklif etmiştir. Türkiye bu görüşmelerden istediğini alamamıştır.
Saraçoğlu bu görüşmelerin ardından ülkeye dönerken Ekim 1939’da Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Bu pakta göre; Türkiye’ye karşı bir Avrupa devletinin saldırısı durumunda Fransa ve İngiltere Türkiye’ye yardımda bulunacak, Fransa ve İngiltere’nin Akdeniz’de bir savaşa ya da saldırıya karışması durumunda da Türkiye bu devletlere yardımda bulunacaktır. Bu anlaşmayla Türkiye, ortada kendisine yönelik bir tehdit olmamasına rağmen Atatürk’ün vasiyet etmiş olduğu dış siyasetten ayrılmıştır (Ekinci, 2002: 707). Bu anlaşmaya Sovyetler sert bir şekilde tepki vermiş ve Türkiye’ye yaptığı petrol sevkiyatını durdurmuştur. Akandere’nin aktardığına göre; Sovyetler, Türkiye’nin bu anlaşma ile tarafsızlığını terk ettiğini ve savaşan devletlerin arasına girdiğini düşünmektedir (Akandere, 1998: 274).
Üçlü ittifak ile beraber, silahlanan Avrupalı devletlere karşı Balkan devletlerini birbirine yakınlaştıran Balkan Antantı da, Türkiye’nin Avrupalı devletlere yakınlaşmasıyla anlamını ve geçerliliğini kaybetmiştir. 1938’de Almanya’ya tarafsızlık sözü vermesine rağmen Demokrasi Cephesi’ndeki ülkelerle ittifak içine giren ve dış ilişkilerdeki saygınlığını her geçen gün kaybeden Türkiye, Almanya’nın da karşısına geçmiş ve ekonomik ilişkileri tehlikeye atmıştır.
1940’da İtalya’nın savaşa katıldığını açıklamasıyla İngiliz ve Fransız büyükelçileri Saraçoğlu’nu ziyaret ederek, Üçlü İttifak gereğince Türkiye’nin savaşa girmesini istemişlerdir. Ancak Türkiye savaşa girmek istememiş ve bunun sebebinin de “Sovyet Çekincesi” olduğunu söylemiştir. Çünkü Türkiye mihver devletlerine bir savaş ilanında bulunursa, bu aynı zamanda Sovyetler Birliği ile çatışma anlamına da gelecektir (Cengiz, 2012: 59). Bunun haricinde Türkiye’nin savaş dışı kalmak istemesindeki bir neden de, ordunun yeterli malzemeye sahip olmaması ve modern bir ordu olmamasıdır. Türkiye böylelikle savaş dışı konumunu yine korumuştur.
Japonya ve İtalya ile Eylül 1940’ta imzaladığı üçlü pakta Sovyetler Birliği’ni de katmak isteyen Almanya, Türkiye üzerinden bir pazarlık yapmaktaydı. Bu iki ülke, Boğazlarda hâkimiyet sürmek için aralarında projeler hazırlamaktaydılar. Bu konuda kuşkulanan Ankara, Sovyetler ile Almanlar arasında oluşacak bir ittifakı önlemek için bazı girişimlerde bulunmuş, ancak bunlar sonuçsuz kalmıştır (Seydi, 2009: 275).
1940 sonlarına doğru Almanlar Romanya’ya hâkim olmuş ve Bulgaristan’a yaklaşmıştır. Bu durum Sovyetlerin sıcak sulara inme sevdasının önünde bir engel yaratmıştır. Sovyetler boğazların kontrolünü, Hitler ise Balkanlar ve boğazlarda Alman hâkimiyetini yaratmak istiyordu. Hitler o dönemde Sovyetlerin sıcak denizlere inme talebine sıcak bakmaktaydı. Ancak Berlin’de yapılan görüşmelerde Sovyetler üs talebinde bulunmakla birlikte Bulgaristan’ı da kendi kontrolünde tutmayı istemiştir. Bu istek karşısında Hitler, Alman-Sovyet ilişkisini bitirmiştir. Bu görüşmeler Türkiye’de de merakla takip edilmiş, olumsuz sonuçlanması Türkiye için bir şans olmuş ve ülkeye zaman kazandırmıştır. Görüşmelerle ilgili hükümete bilgi veren Von Papen[1] Türkiye ile ilgili hiçbir şey konuşulmadığını söylemiştir. Türkiye, görüşmenin gerçek içeriğini, Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede’nin Hitler ile yaptığı görüşmede öğrenebilmiştir (Seydi, 2009: 276). Bu da Hitler’in, Türkiye’yi kendi yanına çekebilmek için Sovyetleri kullandığı bir strateji olarak değerlendirilebilir.
Türkiye, Von Papen ile yapılan görüşmelerin ardından 3 Aralık 1940’ta yapılan anlaşma gereği “Avrupa’nın yeniden biçimlenmesinde aktif rol oynamayı” ve “Almanya ile İtalya’ya karşı yapılacak savaşlara katılmamayı” kabul etmiştir (Ekinci, 1997: 163). Almanya’nın Bulgaristan’ı mihver devletlerine katmak için çalışmaları devam ederken Türkiye yaptığı görüşmeler sonucu Bulgaristan ile Saldırmazlık demecini imzalamıştır.[2] Bu ortak demecin yayımlanmasından sonra 1 Mart’ta Bulgaristan Mihver devletlerine katılmıştır. Türk-Sovyet ilişkilerinde de yeni bir dönemin başlangıcı olan bu gelişmeyle Sovyetler Birliği, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve egemenlik haklarına tamamen saygılı olduğunu açıklamıştır (Köroğlu, 2011: 142).
Bu gelişmelerden sonra ABD Türkiye’ye nota göndermiş ve Almanya’ya karşı direnen ülkelere savaş malzemesi yardımında bulunacağını söylemiştir. İngiltere ve Amerika’nın ısrarlarına rağmen dönemin Başbakanı Refik Saydam, Türkiye’nin tarafsızlık politikasını koruyacağını bildirmiştir (Cengiz, 2012: 66).
Almanya’nın Bulgaristan’a girmesiyle oluşan tedirginlik, Büyükelçi Von Papen’in hükümete verdiği güvenceyle ortadan kalkmıştır. Van Papen, birliklerin Türk sınırına yaklaşmayacağını, iki ülke arasındaki ilişkilerin sürdürülmesinden yana olduğunu söylemiştir. Müttefikler ile Türkiye’nin arasının bozulmasına neden olan en önemli olay ise Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması olmuştur. Bu antlaşmanın sorunsuz imzalanabilmesi için Türkiye’de Alman propagandaları yapılmaya başlanmıştır. Almanya’nın Balkanlar’da ve Kuzey Afrika’da başarılı olmasıyla, Türkiye’nin hem batısı hem de güneyi Almanya’nın kontrolü altına girmiştir. Von Papen Saraçoğlu’nu ziyaret ederek, Edirne çevresini ve Ege adalarını Türkiye’ye bırakmayı düşündüklerini söylemiştir. Bu görüşmelerin ardından taraflar anlaştı ve 18 Haziran 1941’de on yıl süreli bir antlaşma imzalandı, 25 Haziran’da da bu antlaşma TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girdi (Ekinci, 1997: 164-167). Bu saldırmazlık paktına İngiltere ve Amerika sert bir şekilde tepki göstermiş, ABD Ödünç ve Kiralama yardımını da durdurmuştur (Seydi, 2009: 278).
Almanya’nın antlaşma sonrasında Barbarossa Harekatı ile Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla Türkiye bir süreliğine rahatlamıştır. Ancak bu sefer de müttefiklerle yaşadığı sorunlar gündeme gelmiştir. Almanya ile imzalanan Saldırmazlık Paktı ve sonrasında da yapılan krom anlaşmaları müttefiklerin canını her geçen gün daha çok sıkmaktaydı. Çünkü ticari ve siyasi anlaşmalar, Türkiye’yi Almanya’ya ve dolayısıyla Mihver’e yakınlaştırmaktaydı. Almanlar Türkiye’ye krom madeni için heyet göndermiş ve İngiltere ile imzalanmış olan anlaşmanın[3] süresinin uzatılmamasını ve Türk kromunun hepsini almayı istediğini söylemiştir. İngiltere ise anlaşmayı yenilemeyi istemiştir (Cengiz, 2012: 67). Dönemin şartları incelenecek olursa; Türkiye’nin silah, Almanya ve İngiltere’nin de krom ihtiyacı bulunduğu görülecektir. İngiltere’nin ittifak gereği Türkiye’ye yapması gereken yardımları yeteri kadar yapamaması, Türkiye’yi Almanya ile ticari anlaşma yapmaya iten unsurlardan biri olarak söylenebilir. Türkiye, İngiltere’den alamadığı yardım nedeniyle Almanya’ya krom satmakta ve bunun karşılığında da silah almaktaydı. Almanya da bu kromu işleyerek yapımlarında kullanmaktaydı. Bu ticari anlaşmalar aslında üç ülkenin de çıkarına görünmekteydi. Ancak ABD 90 bin tonluk Türk-Alman krom anlaşmasına İngiltere’den daha sert bir tepki vermiştir. İlerleyen günlerde müttefikler, Türkiye’nin Almanya’ya savaş açmasını istemiş, ancak Türkiye tüm baskılara rağmen savaşa girmemiştir.
[1] Almanya’nın Türkiye büyükelçisi.
[2] Taraflar saldırmazlık, dostluk ve ticari ilişkiler konusunda birbirlerine güvence verdiler. (İsmail Soysal, “İki Dünya Savaşı Arasında Avrupa Kuvvet Dengeleri ve Barışçı Türkiye”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, TTK Yayınları, Ankara, 1999, s. 293-294)
[3] 1939’da imzalanan anlaşmaya göre, İngiltere Türkiye’de çıkarılan tüm kromu satın almaktaydı.