Polisin şiddetli müdahalesi ile girdiğimiz camiden ayakkabıyla çıktık. Eve doğru yürümeye başladık Mehtap ile. Açız, yorgunuz, gazlıyız, biraz da “bunlar”ız bu ülkede. Kutuplaştırılmış ülkenin kurbanlarıyız.
***
– Ya Uğur, biz seninle tanışalı beş ay olmadı mı?
– Oldu herhalde, eve gelene kadar bunu mu düşündün sen?
– Öf! Hayır da, çevrende kimseyi görmedim hiç. Arkadaşların, ailen filan yok mu senin?
– Ailemi trafik kazasında kaybetmiştim. Yolu duble yapmışlar ama ışık koymayı unutmuşlar. Bizimkiler öldükten sonra birkaç kaza daha oldu ölümlü. Ancak o zaman akıl edebildiler trafik ışığı koymayı. Anlayacağın bu ülkede yaşayabilmek için “kedi” olmak gerekiyor; şöyle fazladan en az dört beş canın olacak.
– Başın sağolsun… Peki ya arkadaşların? İşin gücün yok mu? Ya dışarıda gezinmektesin ya da evde pineklemekte.
– Kitap dükkanı var işte pasajda. Çalışan var orada, o bakıyor. Kendi kütüphanemi taşıdım oraya. İkinci el kitap getirenler oluyor, onları alıp okuyorum. Arkadaşlarımı da tanıma kızım sen! Senin gibi bir kızı sokar mıyım o öküzlerin arasına!
– Benim gibi bir kız?
Hakikaten: “onun gibi bir kız”?
Bunu söylerken ne düşünüyordum bilmiyorum, on beş saniye bakışmışızdır herhalde. Zaman kazanmak için “yani”, “senin gibi derken” vb. amaçsız cümleler kurdum. Biraz düşününce, amacı olan cümlelerin pek de karşılık görmediğini anladım. Kıvırmaya gerek yoktu:
– Yani… Her erkeğin beğenebileceği bir güzelliğe sahipsin. Arkadaşlarımla tanıştırsam sulanacak hepsi sana, kıskanırım ben.
– Neden kıskanıyorsunuz ki?
– Kıskanmayayım mı?
– Soruya soruyla cevap verme ya! Bana bir şey söyleyeceksen ima etme, doğrudan söyle.
Bunu duyduktan sonra kısa bir sessizlik oldu. İnsan ne kadar ince düşünürse düşünsün her zaman kalına maruz kalıyor. O yüzden, camideki bira kutusunun kokusundan da aldığım sarhoş cesaretiyle anlatmaya başladım:
– Gelip evimde yatıyorsun, duş alıyorsun. Kahvaltı hazırlıyorsun. Her kız arkadaşımla böyle vakit geçirdiğimi, her tanıştığım kızı evime aldığımı mı sanıyorsun? Sırf senin için, bulaşık yıkarken ellerin zarar görmesin diye, bulaşık eldiveni aldım eve.
– Ya salak! Ben de diyorum dün olmayan eldiven nereden çıktı birdenbire ortaya!
– Öyle işte Mehtap. Altı ay oldu Filiz’den ayrılalı. Seni Aysun’un yanında gördüğümde beğenmiştim baya. O zamanlar gelip evimde kalabileceğini düşünmemiştim açıkçası.
– Aptal! O zamanlar gelip kalmazdım zaten. Polisten kaçıp niye senin evine geldim ben? Sen varken korkmuyorum hiçbir şeyden.
***
8-9 saat uyuduktan sonra beraber kahvaltı yaptık, bir yandan da haberlere bakıyorduk. Ntv’de Ntv’yi protesto edenleri izledik biraz, bu ülke cidden bir garip. Roger Waters bile Gezi ile ilgilenirken, Gezi’deki ağaçların altında en az bir kere serinleyen insanlar eylemcileri vatan haini ilan ediyorlar.
Akşam saatlerinde Abdullah Cömert başından biber gazı fişeği ile vurularak hayatını kaybetmişti, bunun da acısıyla tekrar Taksim’e doğru yola çıktık. Önce sahil yolunu denedik, ancak polis Beşiktaş yolu tarafından barikattakilerle çarpışıyordu. Biz de geri dönüp Süleyman Seba caddesinden Maçka’ya, oradan da dolana dolana Taksim’e ulaştık.
***
Meydanda fazla vakit geçirmeden stada doğru inmeye başladık, aşağıdaki çatışmaların şiddetlendiğini biliyorduk. Mehtap’a meydanda kalmasını söyledim bu yüzden, Dolmabahçe’deki görüntü beni bile korkutmuştu.
Aşağıya indiğimde genişçe barikatlar ve bir yığın insan vardı. Beklediğimden kalabalıktı, gaz kokusu yoğundu. Aşağıdaki arkadaşlardan öğrendiğim kadarıyla biz geçtikten yarım saat sonra Maçka barikatlarına da saldırmış polis. Muhtemelen geri çekilmişlerdir.
Dolmabahçe tarafı gittikçe kalabalıklaşmaya başladığı için Gümüşsuyu’na yardıma gittik. Ancak saat 4 gibi çok şiddetli bir polis saldırısıyla karşılaştık, Taksim’e doğru yavaşça çekilmeye başladık.
Geceyi uğruna savaştığımız ağaçların altında geçirdik.
– devam edecek –