“Tarih boyunca, iktidarda olanların, hali vakti yerinde olanların, ellerinde olanı elden kaptırmamak için ne mümkünse yaptıkları görülmüştür.”
Hayır, sandığınız gibi günümüzde yaşayan birine ait değil bu sözler. Leo Huberman bu geniş açılı cümleyi yazdığında ikinci dünya savaşı henüz başlamamıştı bile. Ancak o; iktisat yaklaşımlarını, savaşların başlangıçlarını, geçmiş tarihten yaşadığı döneme kadar olanki ekonomi politikalarını ve insan ilişkilerini en iyi şekilde incelemiş ve gözlemlemişti. Bu yüzden; “Man’s Worldly Goods: The story of The Wealth of Nations” adlı kitabında yer verdiği bu cümle, bize o kadar da yabancı gelmiyor.
İnsanların karakteristik özelliklerinin, sahip oldukları çevreyle orantılı olarak geliştiğini göz önünde bulundurursak; inanç ve hayata bakış da bu çevreden etkilenir. İnsanlar dini değerleri ve inançları baskıcı toplumlarda doğuştan kazanırlar. –Doğdukları, büyüdükleri çevrenin etkisiyle.- Daha geniş bir şekilde; mahalle baskısının olduğu ve “elalem ne der” algısının hayat tarzı olarak benimsendiği yerleşim yerlerinde, “din ve inanç” da sorgulanmadan, aile mirası olarak kazanılır. Bu insanlar yeniliklere ve başka görüşlere kapalıdırlar. “Benim bildiğim doğrudur.” cümlesindeki ‘benim’ kavramına dikkat etmek gerekiyor. İşte bu ‘ben’ olgusu, insan hayatında yön belirleyen etkenlerden biridir. İhtiyaçlar hiyerarşisinde en üst noktaya çıkan insanlar –şöhret, otorite, saygınlık, maddiyat sahibi- ulaşabilecekleri herhangi bir hedef kalmadığında doyumsuzluk yaşar ve elde edebileceğinden daha fazlasını isterler. Bu insanlar herhangi bir siyasi alanda görevlendirilirse, despotluk başlar.
İster batıda olsun, ister doğuda; bir insan siyasi arenada otorite sahibi olmuşsa ve arkasında her düşüncesini sorgulamadan alkışlayan bir kitle varsa, kendisine meşru bir çete kurar. Bu “çete”den kastedilen, ‘örgütlenme’dir. Ulaşılabilen kurumlara, kadrolara kendi adamlarını yerleştirmek, istikrar isteyen tüm iktidarların geçmişten günümüze uyguladığı bir yöntemdir. Ancak işin içine siyasi çıkarlardan, istikrardan ve benzer devlet odaklı düşüncelerden farklı istekler girdiğinde, bu örgütlenme gerçek bir çeteye dönüşebilir. Devlet eliyle yapılan ihaleler yandaş firmalara verilir, devlet kadrolarına keyfi yerleştirmeler yapılır, halkın ödediği vergiler ‘hesap verilebilirlik’ ilkesine aykırı bir şekilde heba edilir, siyasi yapı elemanlarının aileleri devletin yönetiminde usulsüzce görevlendirilir, iktidar pohpohlayıcısı gazete ve televizyonlar kurulur, var olanlara adam yerleştirilir, tarafsız mecralara baskı uygulanır, yargı kararlarına etki edilir, cemaatçilik başlar, herkes birbirinin arkasını sıvazlar ve kollar.
Yandaş firmalar ihaleleri almak için –bunlar kar’ına göre çok ucuz maliyetli işlerdir, daha doğrusu maliyetin çok çok üstünde kar’lar yapılan işlerdir- vekillere, bakanlara, bürokratlara rüşvet öderler. Rüşvet karşılığında ihaleler bu firmalara peşkeş çekilir. Karşılıklı çıkar ilişkileridir bunlar. Kimi zaman da siyasilerin dolaylı yollarla ilişkisi bulunduğu şirketlere verilir bu ihaleler. Devlet projeyi gösterir, ihaleye açar. İhaleyi kazanan firma, iktidar partisinin üyelerinden biri ile etkileşim halindedir. Halkın ödediği vergi ile maaşını alan siyasi, halkın ödediği vergi ile yapılan yatırımdan da para kazanır.
Bunlar sorgulayıcı toplumlarda yaşanabilecek şeyler değildir. Baskıcı toplumlardan bahsetmiştik. İşte bu baskıcı toplumların içinde büyüyen ve “ben bilirim” düşüncesi ile siyaset yapan liderlerin ülkesinde olur bunlar. İktidar destekçisi kitle; ödediği vergiyi, yapılan yatırımları sorgulamazsa iktidardakiler de her yaptıklarının kendi kitlesi tarafından meşru görüleceğini ve güvenlerinin zedelenmeyeceğini bilir. İnsanların hayata bakışı, onlara “öğretilen” dinden ibaret kaldığı sürece meydanlarda dinin çok kolay bir şekilde istismar edilmesine şaşmamalı. Arkanızda böyle bir kitle varsa, size muhalif olan herkesi din düşmanı ilan ederek kitleleri karşı karşıya getirebilirsiniz.
“Karşılıklı çıkar ilişkileridir bunlar.” demiştik. Bu ilişkiler karşılıksız çıkarsa ne olur? Akıllı olan taraf kazanır. Bir suç işlediyseniz, delilleri ya yok edersiniz ya da güvenli bir yerde muhafaza edersiniz. Peki ya işlediğiniz suçun delillerini toplayan, kanıtlarını saklayan kurumla çıkar ilişkiniz bozulursa?
Suçluluk psikolojisini bilir misiniz? Suç ortaya çıkmadan önce suçun ortaya çıkabileceğini ima etmek bunlardan biridir mesela. Ya da suçlu kendi senaryosunu yazar, kendisine suçlama yapıldığı zaman da bu senaryoyu anlatır kitle’sine. Herkesin inandığı yanlıştır, onun söylediği doğrudur.
“Ben bilirim”
“Benim bildiğim doğrudur.”
Baskıcı toplumlardaki din anlayışıyla nasıl da bağdaşıyor ama? “Benim inandığım doğru, seninki yanlış.”
Devletin başında despotluk yapan, kendi çetesini kuranlar; denize düşünce önce yanlarındakini suya batırır, en sona kendini bırakır. Yazının başında Huberman’dan yaptığımız alıntıyı hatırladınız mı? Elinizin altında kolluk kuvveti, medya, itaat eden bir kitle ve suçunuza tanıklık ve yataklık edenler varsa, tüm pisliği halının altına süpürmek için elinizden gelen her şeyi yaparsınız. Ve iktidar sarsılmaya başlayınca önce basamaktakiler aşağıya itilir. Bu bir zaman kazanma yöntemidir.