Lanetli bir takım elbise, her gün taranmaktan bunalıp intihara kalkışan kırgın saçlar, ensenin en olmadık yerinde kendisine özerk bir yaşam ilan eden sivilce ve aynanın içindeki ben. Yeniden bir aradayız, sonucu belli olan bir iş başvurusuna gitmek üzere. ‘İşe kabul edilmeme’ konusunda iyi bir istikrara sahip olduğum için kendime güvenim tam; bu nedenle işe kabul edilmeyi kendim için bir başarısızlık olarak bile görebilirim. Bugünkü şanslı şirketin ofisi evime yürüme mesafesinde olduğu için; bugün vergi ödemek zorunda değilim.
Sokaktaki insanlara sorsanız, sokaktaki diğer insanların sürekli olarak somurttuğunu ve hiç gülümsemediklerini, bu durumdan şikayetçi olduklarını söylerler; ama kendilerini ‘sokaktaki insan’ olarak görmezler. Yine bu insanlarla dolu bir güne merhaba demiş Ortabahçe Caddesi. İnsanların ebleh bakışlı yüzlerine aldırmadan yoluma devam ediyordum. Aniden başıma bir darbe aldım ve yere düştüm. Vücuduma atılan tekmelerin haddi hesabı vardı; ama saymaya hep üşenmişimdir. Kafamı ellerimle korumaya çalışırken, etrafımda kaç kişi var sayamıyordum. Son dakikaya bir farkla önde giren takımın, köşe bayrağı dibinde top saklayan oyuncusu gibiydim; nefret ve çaresizlikle yoğrulmuş klişe bir dayak yemekle meşguldüm. Cüzdanımı, telefonumu ve saatimi kendi mekanlarından; yani cebimden ve kolumdan alarak -çaldılar diyemem, dövmesinler diye rüşvet vermiş olamaz mıyım?- uzaklaştılar.
Ölmekle bayılmak arasındaki kaldırımdan yürürken, yaptığım eyleme misafir olan bir bayandan telefonunu istedim tanıdıklarımı aramak için. Ne de olsa aynı eyleme baş koymuşuz, beraber yürümüşüz. Bir aramayı sakınacak değil ya? Sakınmadı. Direkt topukladı. İnsanlar ne zamandan beri bu kadar duyarsız oldu diye düşündüm bir süre. Amerika’da böyle mi? Sokakta herkes telefonunu elinde tutuyor. Birine lazım olur da çıkarması zor olur diye değil tabi. Sürekli görüşme halindeler bir yerlerle, meşgul insancıklar. Onlardan size fırsat gelmez telefonla görüşmek için. Bir an duraklayıp gasp edildiğimi hatırladım, “Amerika’daki esnaflık ile Türkiye’deki esnaflık” konulu tezimi yazmak ve Türk esnafının duyarlılığını ölçme amacı ile bir restorana girme eylemine giriştim. Mekan sahibi kapıda karşıladı. “Sizin gibi değerli bir insanı buraya layık görmüyoruz.” diyecek gibi gelmişti ama o gelenin itici bir güç olduğunu yere yığılınca fark ettim. Sanki ben yasal hakkını kullanarak grev yapan fabrika işçisiydim, o da grev hakkına sahip olmayan bir polis memuru. Nereden baksan Camus saçması, nereden baksan Fouad ironisi.
Vatandaş ve esnaf insanlık görevini yerine getirmeyince, en yakın karakola gittim. Memurlardan birine olayı anlattım. Memur bir yandan merakla beni dinliyor, diğer yandan da masa başı memurluğun verdiği öfkeyle elindeki kalemi masaya vuruyordu. Sanırım devletin en egzotik memuruna denk gelmiştim. İfademi yazmadığını görünce beni ciddiye almadığını düşünerek “Senin maaşını ben ödüyorum!” gibi bir cümle söyledim. Öfkesini kontrol edemeyerek tepki gösterdi: “S.ktir lan.” Tam s.ktirip gidiyordum ki kolumdan tutarak “Ben ifadeni beynime yazdım.” dedi ve beni şaşırttı. Şaşırtanları severim, hem de tam s.ktirip giderken şaşırtanları.
Cebimde para olmadığından ve bu olaydan aileme söz etmek istemediğim için yakın arkadaşlarımdan birinin yardımına ihtiyacım vardı. Memur arkadaştan telefonunu istedim. “Vergimi sen ödüyorsun, istediğin kadar konuşabilirsin” diyecek gibi bir ifade oluştu suratında ve telefonunu uzattı. Tam elinden alıyordum ki; telefonunu işaret parmağı ile orta parmağının arasına sokarak yüzüme doğru sallamaya başladı. Bununla da kalmadı, “rip” ile biten eylemi gerçekleştirmemi rica etti. Huzur içinde karakolu terk ettim ve “karakol” kelimesinin nasıl oluştuğunu düşünmeye başladım.
Eve gidemezdim, arkadaşlarımı da arayamadım. Son çare Sanayi mahallesindeki kuzene gitmekti. Cepte para olmadığı için taksiye binip parasını da kuzene ödetmeyi düşündüm. Ama kuzene bunun karşılığında ne vereceğimi ya da ne verebileceğimi düşünme düşüncesi kafamın içinde kelebeklerin uçuşmasına sebep oldu. Yürüyerek, ışıkların işgaline boyun eğen arabaların içlerini gözledim. En uygun arabayı seçip, içindeki gözlüklü ve düzgün traşlı ofis çocuğu arkadaşa derdimi anlattım. İnsanlık ölmemiş; ‘karakola giderek polislerden yardım isteme’ aklını verdi bana. Direkt olarak verebilecek bir aklı yoktu gerçi. Bir arkasındaki arabaya yanaştım, gür bıyıklı çok kaşlı görüntüsünün altında insanlık tarihinin ilk adımlarını görebildiğim dayı beni arabasına davet etti.
– Yeen nereye gidiyon?
– Sanayi mahallesine dayı, sen nereye?
– Ben Mecidiyeköy’e çıkıyom, orada bakarsın artık başının çaresine.
– Başımın çaresi şimdi kim bilir hangi omuzlarda kafa s.kiyor be dayı.
– Yaman şakacıymışsın delikanlı. Memleket nere?
– İstanbul.
– Kütük nere kütük! Bırak İstanbul’u!
– İstanbul işte dayı ya! Bizim kökümüz Bizans’a kadar gidiyor.
– Benim soyum da Osmanlı padişahlarına kadar gidiyor. Yani benim köküm de Bizans’a kadar gidiyor o zaman!
– Biz ansa Mecidiyeköy’e gideriz be dayı.
Kısa sohbetimizin ardından Meci diye bir köye geldik. Meydanda indim ve metroya yöneldim. Para yok, akbil yok, hayatın tanımı tam da şu an ‘cüzdansız bok’. Güvenlik görevlilerinin sohbet halinde olduğunu görünce turnikelerden atladım ve koşa koşa sarı çizgiye doğru yol aldım. Zamanlamam müthiş! Gelen metroya bindim hemen ve güvenlik görevlilerini atlattım. Metro vagonlarında her tür insana rastlayabiliyorsunuz. Müzik dinleyenler, gazete okuyanlar, sahibi olmadığı gazeteye yan gözle bakanlar, karşılarındaki etekli kızları bilimsel bir deney yapacak gibi inceleyen gençler, düşük bel pantolon giydiği halde yukarıdaki demirden tutunanlar, camdan saçını düzeltenler, her seçimde aynı partiye oy verdiği halde “ne olacak bu ülkenin hali” diyenler…
“Sanayi Mahallesi” durağında metro ile vedalaştım ve merdivenlere yöneldim. Yürüyen merdivene yük olmamak için basamaklarını yürüyerek çıktım. Tam turnikeden geçerken bir güvenlik görevlisi koluma yapıştı. Bu metro hani hızlıydı lan? Benden önce haberim gelmişti. Lan metros bu nasıl bir işti. Turnikeden atlayıp devleti zarara uğrattığımı! düşününce güvenlik arkadaşlara hak verdim. Beni polislere teslim edip görev yerlerine döndüler. Polis arkadaşlara yaşadığım gasp olayını anlatınca, evime yakın olduğu için olaydan sonra gittiğim karakola götürdüler.
Polis yoğun bir iş günü geçirdiği için bekletilmek üzere nezarethaneye götürüldüm. Nezarethaneye girince tipleri biraz inceledim ve pek de sorunlu olmadıklarını düşündüm.
– Sizi niye aldılar?
– Gasptan.
– Beşinizi de mi?
– He ya. Beş kişilik gasp grubu mu olur? Beş kişi suç işleyecek olsak dükkan soyarız a… k.yim, niye gasp yapalım.
– Mantıklı.
– Di mi. Ama bunlar mantık katılmamış o… çocuğu.
Liderlerinin sesinden, beni gasp eden grubun bunlar olduğunu anladım. Mantık saçan liderlerinin kafasını tuttuğum gibi duvara geçirdim. Tam linç edilecektim ki memur arkadaşlar gelip kurtardı. Sitem dolu cümlelerle başkomiserin odasına götürüldüm. Başkomiser beni karşısına oturttu ve bağırmaya başladı.
– Yahu ne istiyorsun bizden be adam? Her gün ayrı bir olay! Hastaneye mi gidiyorsun tımarhaneye mi gidiyorsun ne yapıyorsan yap ama bizi rahat bırak!
– Ben ne yaptım komiserim! Gaspa uğradım, karakola geldim ifade verdim. Cebimde beş kuruş para yok diye kaçak bindim metroya. Yoksa ben vergisini ödeyen bir vatandaşım, yapar mıyım öyle şey!
– Ne metrosu lan, ne gaspı! Caddede kendini vurmuşsun yerden yere, atmışsın telefonunu cüzdanını yolun ortasına. Restorana saldırmışsın, kadının tekine laf atmışsın!
– Olur mu komis…
– Sus! Metroya binerken çocuğun birinden akbilini çalıp kaçmışsın. Bunlar yetmiyor, nezarethanede de rahat durmuyorsun! Kafanı niye vuruyorsun lan duvara! Zaten beş gram beynin yok.
– Komiserim bu mu yani adalet!
– Sana bu lan!
– Sana bulan?
– Ne?
– Ne?
Komiser daha fazla raydan çıkmadan ben karakoldan çıktım. Eve gidince haberlerde kendimi gördüm. Babam bir televizyona bir de bana baktı. Döndü bir daha televizyona baktı. Ben babama baktım, o da bana baktı. Evde 10 saniyelik bir South Park canlandırması yaptıktan sonra babam en son anneme baktı. “Keşke en son sana bakmasaydım da…” demiş kadar baktı. Ne yapacağımı bilmediğimden elimi kolumu sabitleyemedim. Boynumu kaşımaya başladığım da, sivilcemin patlamış olduğunu fark ettim.
Lan!